1965 -66
yıllar; anneannemlerin kaldığı kasabaya ziyaretlerimiz olurdu. Yaz tatilleri,
ara tatiller gibi zamanlarda oraya giderdik.
Hatta babamın Ankara’ya tayini çıkığında, ilkokul birinci sınıfa da bu
kasabada başlamıştım. Oradaki anılarımdan:
Sık sık
şişen bademciklerimle yükselen ateşim, eve gelen doktorun muayenesi ve hastalık
ilerlemesin diye hızla etkili olacak penisilinli iğne.
Ardından eve
gelen kasabanın en uzun hanımlarından olduğu için Leylek lakabı takılmış iğneci
Ayşe hanım. “Leylek Ayşe geliyor” dendi mi mahallenin çocuklarını bir telaş, oyunla
karışık bir korku alırdı; beni de… Bir
taraftan iğneci Leylek Ayşe’nin yüzündeki ciddiyeti inceler, lakabına uyan
işaretler bulmak için merakla izlerdim. O zamanlar aynı iğne bir çok kişide
kullanıldığı için önce suda kaynatılarak dezenfekte edilir, sonra soğuması
beklenir, o sırada sohbet edilir, sonra da kalçadan yapılan o penisilinli
yakıcı iğnenin acısı tüm keyfimi kaçırırdı; annem, teyzem, anneannem beni sıkı
sıkı tutarlar, Leylek Ayşe derin nefes almamı, kasılmamamı söyleyerek işini
ustalıkla yapsa da canımın yanması kaçınılmazdı.
Bir başka hastalık
sırasında, yine aynı penisilinli tedavi için Leylek Ayşe evimize gelecekti. Kapı
çalınır çalınmaz, şiş bademciğime rağmen kaybetmediğim oyunculuğum ve enerjimle,
doğru evin bahçesindeki dut ağacının üzerine hızla öyle bir tırmandım ki ben
bile şaşırdım. Beni ağaçtan hiç kimse
indiremeyecekti. Bademciklerimin ağrısı iğnenin acısından daha hafifti. Annemler dakikalarca dil döktüler. Hayır, beni
ikna edemeyeceklerdi. ‘Hadi çıkın da indirin’ diyerek eğleniyordum da. Dakikalar
sonra, “Leylek Ayşe gitti” dediklerinde, aşağı indim. Ve yine pusuda bekleyen
iğne hedefe her zamanki gibi ulaştı.
Derin
belleğime yerleşmiş bu çocukluk anılarıma şimdi başka türlü baktığımda, eve gelen
sağlık hizmeti aslında ne kadar değerliydi. O zamanlar biraz oyun, biraz korku
dolu dakikalar yaşatan bu anıların içinde, doktor ve hemşire aynı zamanda
birlikte çay içtiğimiz, ailemizin tüm bireylerini tanıyan dostlarımızdı da. Bu arada, ağaca çıktığım için de hiç kimse bana
kızmamıştı.
Oliver Sacks’ın
“Mars’ta bir Antroplog - 1994” kitabında da sağlıkçının, doktorun mesleğinin yaşam
alanından bahseder.
Oliver
Sacks: “… Babam doksan yaşında emekliye ayrılma muhasebesi yaparken ona ‘Hiç
olmazsa ev ziyaretlerini bırak’ dedik. Şöyle cevap verdi, ‘Hayır ev ziyaretlerine
devam edeceğim – onun dışındaki her şeyi bırakacağım.’
Özellikle
derin değişime uğrayan kişiliklerin ve dünyaların keşfedilmesi muayenehanede
veya tedavi odasında yapılacak bir şey değil. Fransız nörolog François
Lhermitte bu konuda özellikle duyarlıdır. Hastalarını klinikte gözlemlemek
yerine, onları evlerinde ziyaret eder, lokantaya ve tiyatroya götürür, birlikte
dolaşmaya çıkar, mümkün olduğunca yaşamlarını paylaşmaya çalışır.”
Bu
deneyimlerden etkilenen Oliver Sacks da hastalarını gerçek dünyalarında
keşfetmeye çıkar. Kendini “nadir yaşam biçimlerini inceleyen bir doğa bilimci,
biraz saha araştırması yapan bir antropolog, ya da nöro-antropolog, ama en çok
ev ziyaretlerine giden, insan deneyiminin en uzak köşelerinde ev ziyaretleri
yapan bir hekim” gibi hisseder.
İşte Oliver
Sacks, yazdığı sinirsel şans etkeniyle oluşan başkalaşım öykülerini böyle derin
incelemelerle oluşturmuştur.
2000 yılı
sonrası ülkemizde de bir psikolog, depresyondaki genci evine gelerek yatağından
çıkarır, birlikte adalarda gezerler, yemek yerler. O günden sonra tedavi süreci
çok daha iyi gider. Gencin üniversiteyi bitirmesine daha iyi destek olur
(Uçlarda Gezintiler, Pan Yayın).
Oliver
Sacks, “Hastanın dünya ile; diğer insanlarla / diğer bir insanla adamakıllı bir
ilişki tesis edilmesi”nin önemine değinir. “Çünkü dünyadaki varlığımızı makul
bir şekilde sürdürmemiz insan ilişkileri ile makul hale gelir. Dünyanın
varlığını tümüyle hissetmek, insan olarak bir diğer bireyin varlığını tümüyle
hissetmeye bağlıdır; insanların varlığı bizlere gerçekliği bahşeder; insansız
kalmanın gerçek dışılığı ise bu gerçekliği bizden alır götürür; gerçekliğe,
güvene ve güvencede olmaya dair hislerimiz, ciddi boyutta insan ilişkisine
dayalıdır. Tek bir iyi ilişki, içine düştüğümüz sorun denizinde bize
uzatılan bir can simidi, bir kutup yıldızı / bir pusula gibidir. İnsanlarla
yakınlaşma iyileştiricidir. “
Derleyen:
A.Şükran Demiralp, 5 Nisan 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder